Melisa Parlak’ın 2022’de yayımlanan Tesis adlı romanından söz edeceğiz. Yazarın güncel edebiyatta başarılı sayılabilecek olan romanını okurken merak ve hafif bir gerilim duygusunun yanında sorgulama ve farkındalık da size yoldaş oluyor ve sizi sarsıcı bir sonla kendi düşüncelerinizle baş başa bırakıyor. Kendini arayanlara ithaf edilen Tesis’te kendini bütün, kayıp, boş veya parçalanmış hisseden kahramanların birbirleriyle, kendileriyle ve tesisle ilişkileri anlatılıyor. Böylece ithaf da bu kahramanlarla anlamını bulmuş oluyor. İncelemeye geçmeden önce roman unsurlarını biraz tanıyalım:
Roman, sanki bir çiftin evlilik problemlerinden söz edecek gibi başlasa da ilerledikçe görüyoruz ki konu bunun çok daha ötesinde, benlik algısı çerçevesinde şekilleniyor. Başlangıçta Sahra Çınar ve Atlas Çınar adlı çift tanıtılır, her ikisinin de terapist olduğu birkaç sayfa ilerledikten sonra anlaşılır. Bu çift bir özel tesiste çalışır, Sahra bir terapist ve Atlas ise yönetici görevinde. Sıradan bir sabahta işe gittikleri bir gün, Hicran Aydın adında bir hasta Müdire Hanım tarafından Sahra Çetin’e yönlendirilir ve her şey bu görevlendirmeyle başlar. Hicran Aydın, eşinden psikolojik şiddet görmüş ve intihara teşebbüs etmiş orta yaşlı bir kadındır, kendisine distimi (kronik depresyon) tanısı konulmuştur. Sahra; Hicran ile ilgilenirken kendisini, evliliğini ve işini sorgulamaya başlar. Bu sorgulama çok öncesinde küçük sorularla içinden zaten sürmektedir ancak Hicran Aydın ile daha farklı bir boyuta taşınır. Sahra önce bir bilinmezliğe ve çaresizliğe sürüklenmiş hissine kapılır ama sonradan kazanacağı farkındalıkla hayatına farklı bir yön verecektir. Hicran’ın tesise yatırılmasına vesile olan kişi, kardeşi Taylan Aydın’dır, kendisinin müdahalesiyle Hicran eşinden boşanmıştır. Taylan, Sahra’yı gördüğü ilk günden itibaren ondan etkilenir ve Sahra da bir süre sonra buna kayıtsız kalamaz, Hicran’ın durumunu görüşmeyi gerekçe göstererek Taylan ile ikili bir ilişki geliştirir. Ayrıca romanda Sahra’nın kardeşi Hazar Çetin, İspanyol bir aile ve işlettikleri küçük kafeleri, tesis çalışanlarından Nursel Hemşire, Müdire Hanım ve radyo programcısı olan -kendisini yalnızca arka fonda tanıyoruz- Tarık Cebeli de olayların ilerleyişi açısından önemli yere sahip. Bütün olaylar yaşanırken her kahramanı bir araya getiren, herkesin olumlu veya olumsuz etkilenmesine neden olan iki unsur görüyoruz: bunlardan ilki Tesis, diğeri ise Radyo Sueno.
Romana adını veren tesis, son derece donanımlı ve ileri bir teknolojiye sahip olan, her şeyin dijital kayıtlarının tutulduğu bir ruh sağlığı tedavi merkezidir. Ancak bu tesisin bulunduğu yer küçük bir kasabadır ve bu kısıtlı imkanları olan kasabada yaşayan, büyük hayallerle dolu insanların psikolojisi olaylara yön veren durumdan biridir. Fakat bunun ötesinde tesisin bağlayıcı ve sömürücü bir unsur olarak yansıtılmış olması ilgi çekicidir. Zira, herkesin şifa bulması gereken bir merkezde herkesin kendini kaybetmesi romanın en büyük ironisidir. Kendini kaybeden ve yardıma ihtiyacı olan insanları bir araya getirmiş fakat kimseye yardımı olmamış hatta insanları kendilerinin daha kötü yönleriyle yüzleştirmiş bir tesis söz konusudur. Bizler okuyucu olarak burada mekânın kahraman kadrosuna katılışını ve bir bakıma gizli bir el gibi insanları yönlendiren bir gizli anlatıcı oluşuna tanıklık ederiz. Metinlerde mekânların insanların psikolojik tahlillerine yardımı su götürmez bir gerçektir fakat bu metin için söz konusu olan bir mekânın fesat bir canlı gibi gizlice müdahale ederek adeta kahramanlardan birine dönüşmesidir. Duruma açıklık kazandırmak adına örneklendirelim: Atlas ve Sahra üniversitede tanışmış ve o zamanlar heyecan dolu bir çifttir fakat tesiste çalışmaya başladıktan sonra tesis adeta Atlas’ı ele geçirmiş ve yöneticilik pozisyonuna geldikten sonra her ne kadar imkansızlıklarla dolu da olsa kasabaya mahkûm etmiştir evli çifti. Bu durumdan Sahra çok fazla etkilenir, bu etkilerin farkındadır ve ayrılma hissiyatını içinde taşır. Ayrıca romanın başkahramanlarından biri olan Hicran Aydın ile Sahra burada tanışır, Hicran’ın hayatını burada öğrenir, onun yaşantısından etkilenir, kendi sonunu yavaş yavaş getirmesini okura anlatır fakat Sahra’nın kendi içinde bulunduğu durum nedeniyle bu sonun farkına varması için her şeyin sona ermesi gerekecektir. Diğer yandan, Sahra’nın Atlas’la ilgili sorgulamalarına sebep olan da yine Taylan ile tanışmasına sebep olan bu tesistir. İlerleyen bölümlerde anlatıldığı üzere Müdire Hanım da tesis sebebiyle eşinden ayrılmıştır ve Taylan’ın kaldığı eski evin onun da eski eşine ait oluşu metni daha da derinleştirir. Burada bir aile olma durumu söz konusu olmasa bile soyaçekimin etkisi görülmektedir. Bunun yanında tesiste kalan insanlardan gerçekten hasta olan tek kişinin Hicran Aydın oluşu ve diğerlerinin tesisi bir kafa tatili olarak değerlendirmeleri düşünmeye değer bir ayrıntıdır. İşte bütün bunların tek ortak yönü tesistir.
Romanı çekici kılan bir diğer özellik ise müziğin metinle iç içe olmasıdır. Metin boyunca Radyo Sueno’da program yapan Tarık Cebeli’nin dinleyicilerine seslenişi, onlar için dilekleri ve çaldığı şarkılar hem kahramanlara hem yaşantılara hem de okura eşlik eder. Radyo programcısının söylemleri öyle zamanlara denk gelir ki kahramanlara tam da ihtiyacı olan şeyleri söyler. Bu söylenenler kahramanlarda fark edilmeyen bir etki bırakır ve biz burada bilinçdışının etkisini görürüz. Tercih edilen şarkılar da aynı şekilde ihtiyaca yönelik gibidir. Hayatta insanların kararlarının aslında dikkat edilmeyen ne kadar küçük ayrıntılardan etkilendiğini sakince göstermenin bir yolunu bulmuştur yazar. Metinde bilinçdışı, psikolojik tahliller, ruh çözümlemeleri, bilinç akışı, leitmotiv, metinlerarasılık gibi tekniklerin sıkça kullanıldığını görürüz. Özellikle bilinç akışı, roman boyunca tespit edilebilmektedir.
Hicran’ın günlükleri romanın çok önemli bir parçasıdır. Burada kullanılan ifadeler, konuşmalar hem kahramanın atacağı adımlar için okura küçük ipuçları bırakır hem de merak duygusunu artırır ancak en önemli işlevi, bir hastanın iç dünyasına tanık olmamızı sağlamasıdır. Aynı zamanda Hicran’ın ne kadar net düşüncelerinin olduğu, kararlı bir isim olduğu da günlüklerden anlaşılır. Kendi adıma burada bir aksaklık gördüğümü ifade etmeden geçemeyeceğim. Hicran Aydın yıkılmış ve psikolojik olarak benliğinin dağılma noktasına gelmiş bir karakterken günlüklerde kendisine ait ifadelerde ise oldukça tutarlı, mantıklı ve kararlı birini görüyoruz. Kendini zaten tanıyan ve benliğine hâkim birine ait iç konuşmalara tanık oluyoruz. Fakat Hicran Aydın’ın yaşanmışlığı ve geldiği nokta, bu kadar güçlü konuşmalar yapabilmesine imkân veremeyecek durumda gibidir. Yine de romana katkısı elbette büyüktür. Günlüklerin metinlerarasılığı sağladığını da unutmamak gerekir.
Romanın en büyük meselesi bir birey olma çabasının zorluklarını göstermiş olmasıdır. Birey olmak demek; kişinin benliği tanıması ve doğasına uygun seçimlerle kendine ait bir yaşam inşa edebilmesi, seçimlerinin olumlu veya olumsuz sonuçlarıyla yüzleşerek doğru biçimde sorumluluk üstlenebilecek durumda olması demektir, diyebiliriz. Romanda birey olabilen kahramanlar pek azdır. Kendini tanıyan kahramanlar da azdır. Kendini tesiste bütünlük içinde ve mutlu hisseden tek kahraman Atlas’tır ve Hicran’ın da bunu fark ettiğini günlüklerinden öğreniriz. Atlas eşini ve işini çok seven, maddi olarak her olanağa sahip, işinde istediği mertebeye yükselmiş ve bunlarla kendini bütün hissedebilen biridir. Psikolojide ise kendini tam hisseden insanların düşünce dünyalarında konfor alanlarının dışına pek çıkmadığı görüşü yer alır. Romanda Sahra’nın da Atlas için konfor alanından çıkmadığı düşüncesinde olduğu birkaç kez vurgulanır. Bütün hissetme konusu Freud ve Lacan gibi psikanalistler tarafından irdelenmiş bir mevzudur. Lacan’a göre bütün olma duygusunu hissetmek mümkün değildir çünkü hayat bir arayıştan ibarettir. Herkes kendi gerçekliğinin peşine düşer, elinde olmayan, arzuladığı şey neyse onun eksikliğini duyar hayatında. Bütün bir ömür bu arayışla geçer, tatmin olma duygusu bu nedenle müşküldür. Fakat bu iyi bir şeydir insanlar için çünkü tatmin olmak arayışın sona ermesi demektir ve hayattaki arayışın sona erişi ölümü getirir. Sahra, Müdire Hanım, Hicran hayatlarındaki eksik parçanın peşinde olan kahramanlar olarak pek çok tercih yaparlar. İçlerinden yalnızca biri bütünlenecektir.
“Birey olma, kendini bütün hissetme, benlik arayışı, kendini gerçekleştirme” sadece psikolojinin değil, psikanalizin de konusudur. Freud ve Lacan gibi psikanalistler birey olmanın aşamalarını incelemişlerdir. Özellikle Lacan’ın [1] özne olma konusundaki çalışmaları dikkat çekicidir. Birey, yani özne olmak için kendini bir başkasının gözünde görmek gerekir Lacan’a göre. Bunun anlamı, kendimizi ancak başkalarının gözlerinden tanıdığımızdır. Yani, etrafımızdaki insanların bizim hakkımızdaki düşünlerinin toplamıyızdır aslında. Kişi kendisini karşısındakinin gözünde göremezse (bunun anlamı “ilgi göremez ve şefkat duyamazsa”dır) bir özne olamaz. Bir bebek, kendisini annesinin göz bebeğinde yansımasını görmeye başladıktan sonra ayrı bir varlık olduğunu hisseder, yine Lacan’a göre. Aynı şekilde, hayatta yanında olduğumuz kişilerin gözünde kendimizi göremediğimiz zaman eksik kalırız ve bu durum nevroza, daha ileri boyutta ise psikoza yol açar. Hicran Aydın’ın durumu tam olarak budur. Kendisini eşinin gözünde görebilmek için yıllarca eşinin bir nevi kölesi olur, hapis hayatı yaşar ancak yine de sevilmez. Sevilmediğini anladığı andan itibaren Hicran’ın ruh sağlığı bozulur. Çünkü kendisini sevdiğinin gözünde göremeyince varlığı bir anda anlamını kaybeder. Bütünlüğü bozulur, parçalanır, Hicran’ın kendi ifadesiyle içi çürür. Bu kadar parçanın tekrar bütün haline getirilme çabaları hem Hicran’ı hem Sahra’yı hem Atlas’ı hem de Taylan’ı oldukça yıpratacaktır.
Sahra’nın da kendini eksik hissedişini aynı şekilde açıklayabiliriz elbette. Atlas Çınar kendini bütün hisseder ancak kendi hayatına odaklanmış durumdadır ve karşısındakinin durumundan bihaberdir. Sahra kendisini Atlas’ın hayatında onu mutlu etmek için herhangi bir şey gibi hissetmeye başlar, böylece bir nevroz durumu daha romanda gündeme gelir. Bununla birlikte Taylan’ın kendini eksik hissettiği romanda sezilir ancak o Lacan’a göre daha farklı bir yol tercih ederek yüceltme yapar. Yani, sahip olamadığı şeylerin yerine başka şeyler koyarak eksikliğini tamamlamaya çalışır, bu nedenle nevrozu Sahra’ya göre çok daha az hissedilir.
Kendini gerçekten bütün hisseden ve gerçek bireyler olabilen kahramanlar ise Cafe De Nada’nın işletmecileri olan anne-kız Karmen ile Bonita, daha çok ise Karmen’dir. Karmen, bilge bir kişiyi temsilen romanda yer alır. Böylece edebi geleneğin bilge motifi romanda kendini gösterir. Sahra, kendini boşlukta hissettiği her anda bu kafede bulur kendini. Karmen’in samimiyeti ve yol göstericiliği onun doğru adımlar atmasında etken olur. Bonita ise genç bir kızdır. Karmen’in kızıdır. Tarot ile ilgilenir ve daha önceki öngörüleri Sahra’yı korkutmuştur, kendini gerçekleştiren kehanet söz konusudur çünkü. Fakat ne Karmen ne de Bonita kendini kayıp hisseder, onlar yaşamın zorluklarıyla nasıl mücadele edeceklerini öğrenmiş, sakin ve sessiz bir yerdeki küçük işletmelerinde hayatın anlamını keşfetmeye çalışan iki bilge insan ve ideal kahramanlardır.
Geldiğimiz noktada romanın başarısının yadsınamayacağı açıkça görülebilir. Gerek güçlü kahraman kadrosu, gerek akılda kalıcı aforizmalar, gerekse olay örgüsü yazarın vermek istediği konuyu anlaşılır bir şekilde ifade edebilmesini sağlamıştır. Romanın üslubunda “çeviri metin” havası sezilse dahi bu durum akıcılığına üstün gelememiştir. Sözümüzü daha da uzatmadan toparlayacak olursak: Her okuyanın kendi hayatından bir şeyler bulabileceğini gösteren, ayakları yere basan, farkındalığa dikkat çeken, başkalarının iç dünyalarını tanıyabilmeyi öğreten, ruhsal anlamda bir tedaviyse aranan kişinin en iyi doktorunun kendisi olabileceğini dolaylı yollardan anlatan bir roman Tesis. Yazarı Melisa Parlak’ı kutlar, keyifli okumalar dileriz.
[1] Homer, S. (2016). Jacques Lacan. Ankara: Phoenix.
Tura, S. M. (2010). Freud’dan Lacan’a Psikanaliz. İstanbul : Pusula Yayıncılık.
Hazırlayan: Zeynep Tosun